Bir Günün Gölgesinde Yaşanan Hayatlar


Yazar: Ömer Gülen

“yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün”

Oldukça dar bir dünyanın içinden büyük düşler göremeyeceğimizi biliyorum. Bu cümle sonrasında yazılacak bir öykünün hiçbir kıymetinin kalmayacağını da. Madem kurgusal bir metnin edebi anlatımıyla temas kurma becerimizi kaybettik, ben de gerçek hikayelerin peşine düşerim. Birbiriyle ilişkili üç gerçek hikaye var elimde. İlk iki hikaye ile bir yerlerden tanışıyorsunuz. Ama üçüncü hikayedeki kişileri hiç tanımadınız. Benim huzursuz kibrimin gayet mütevazi kaldığı eğitimli kibriniz, bu son hikayedeki insanlarla karşılaşmanıza izin vermeyecek. Çünkü yüksek eğitimimiz, çaresiz kalmanın nasıl bir şey olduğunu tanıma konusunda korunaklı duvarlar örüyor etrafımıza. Fazlasıyla katı, muhafazakar, nezaketsiz duvarlar. Bu duvarlar aynı zamanda ayna işlevi görüyor hayatımızda. Bizi narkissos gibi kendi benliğimiz içinde boğuyor. Mevlana ‘ihtiyarlar kendilerini duvarda, gençler aynada görür’ dediğinde hayat bilgisinin, olgunlaşmış bir zihinde nasıl derinliğe büründüğünü ifade etmişti. Bizim duvarlarımız ise kendimizi dışarıdan ayıran sahte bir benlik imgesiyle inşa edilmiş. Nereye ait olduğumuzu o duvarın aynasında tanımlıyoruz. Dolayısıyla hikayemizin ikinci bölümünde yaşayan dostlarımız Orhan Veli’nin Cımbızlı Şiir’inde anlattığı bir dünyanın gölgesinde yaşarken kendileri için boş vakit haline getirdikleri keyifli günlerin, duvarın dışındaki gerçeklerle bozulmasına izin vermeyecek bir rahatlığı meslek haline getirmiş oluyorlar. Bu hikayeye naçar halimle kendimi de dahil ediyorum. Bunu yapmamın tek bir anlamı var o da uzun zamandır nereye ait olduğumu unutmamın keyfiyeti. Bu durum da yazının eleştirel muhtevasının mazereti oluyor. Böylece bulunduğum yerin sınırını çizmiş oluyorum.

                                                         ***

İşini iyi yaptığına inanan hiçbir orta yolcudan hazzetmem. Ama öğrenerek, merakla ve belli bir mahcubiyet edasıyla ortaya eser koyanların ellerinden öperim. Siz de takdir edersiniz ki elleri öpülecek kadar değerli ve az sayıda bu kişiler. Gelin görün ki hayat kimilerine sahip olunan mevkînin ağırlığını taşıyamama korkusuyla başlı başına bir sorumluluğun külfetini telkin ederken, kimilerine de bir gölgelikte günaşırı devam eden ve oldukça keyifli görünen eğlenceli bir yaşamı vadeder. İnsan böylesi eğlencelere zoraki muhatap olunca istemeden merak ediyor hayatın garip ritmini. Böyle durumlarda öfkelendiğimi gizlemeyeceğim. Bu öfke hayatı tanımamla ilgili bir anlama sahip. Bu nedenle işini iyi yapanlara imrenir, işini iyi yaptığını zannedenleri de küçük görürüm. Bütün bunlara bir de devlet denilen merhametli devin kendine özgü idealizminin ucuzca tüketilmesinden kaynaklanan bir can sıkıntısı eklenince huzursuzluğum iyice artar. Bu yaşadıklarımız, bize özgü bir doğululuğu temsil etmiyor mu acaba? Pek itibarlı bürokrasi, akademi, yargı tarihimizin sağın ve solun burjuva elitistleri elinde nasıl ilkel yöntemlerle idare edildiğini görünce yaşadığımız şeylere şaşırmamam gerektiğini anlıyorum. Uzun modernleşme tarihimizde bir tek devlet tini değişti o da malumunuz bütün cömertliğine rağmen iki tarafın da düşmanı kaldı. Birileri gururla padişah kul ilişkilerinin çok zamandır bittiğini söyleyip keyiflenir akıllarınca. Onlar ortadan kaldırdıkları padişahın temsil ettiği tinden yüzlerce padişahcıklar yaratmayı bildiler. Yani ne padişahlar değişti ne de kulları. İyi işler yapılmaz değil ama burası da işin ehveni şer kısmı ya ne yaparsınız alıştık bardağın dolu kısmını görmeye. İnsanın canını yakmaz şeyler değil bu işler ama malumunuz alışmış kudurmuştan beterdir. Nerden mi biliyorum? Kolay lokmanın tadına ben de alıştım da ordan. Böylesi itiraflarım olmasa hiçbir halta yaramadığımın önsezisiyle biçare hayatımı geçirdiğimin hayfını kendime dert edinip duracağım. Durun hele bekleyin. Size anlatacağım birbirinden kısa üç hikayem var. Üçü de aynı gün bir devlet kurumunun arka bahçesinde yaşandı. Hikayem için ihtiyaç duyduğum girişi kendimi okuyucuya sunarak hazırlamak zorunda oluşum umarım affedilir. İnanın beceriksizliğimi gizlemek için böylesi kolay bir yönteme başvuruyorum.

genesis           

Nazar-ı itibarı varlığımdan önde giden günlere erişmeden önce kadirşinas! kimseler için lüzumundan fazla idealist ve bir o kadar boş birisiydim. Bunu hükemadan pek saygıya değer bir zevat bana söylediğinde kim olduğumu ben de orada öğrenmiş oldum. Tanrı bu durumu beğenmedi ve bana yeni bir hikaye yazdı. Her güne sanki bana ait değilmiş gibi dahil olurum. Gecenin hangi saatinde yatılır, sabah kaçta kalkılır bilmem. Sabah uyanıyorum ya sanki yabancı bir diyarda gözümü açmış gibi oluyorum. Bir zaman odaya alışmam gerekiyor. Ahh, işte aynı sürgün yeri der demez yeniden uykuya dalma temrinleri. Bu anlarda hayalle gerçek birbirine giriyor. Güçlü bir kolun dışarıda bir yerde bir çeliğe indirdiği bir balyoz sesi, şehrin bütün dehlizleri içine sızarken benim kulaklarımı da es geçmiyor. Yaşanması gittikçe kötüleşen dünyadan çekilmez bir ses işte deyip bu sesten kaçmak için başımı yastığa iyice gömüyorum. O an şehrin bütün gürültüsü zihnime hücum ediyor. Çare yok uyanmış bulundum artık. Ama bu gürültüye ne kadar daha tahammül etmemiz gerekecek. Bunu düşünerek ayaklanıp pencereye yaklaştım. Tüm bu iğrenç gürültüye maruz kalan insan için gayet keyifli olabilir pencereye çıkıp kendini boşluğa bırakmak. Ya ölmezsem. Bu biçimsiz bedeni, acımalar, vah vahlar arasında soğuk tabiatlı insanların ellerine bırakırlarsa. Aynı iğrenç çelikler, aletler bu sefer sanki kutsal bir vazifeyi yerine getirirmiş gibi bedenimi ele geçirmeye çalışırsa. Bunu başka türlü halletmeliyim diye düşünürken ayaklarıma sürünen kediciğin tatlı miyavlamasıyla kendime geldim. Eğilip kucağıma aldım ve sıkıca tutup dünyayla uzaktan tanıştırmaya çalıştım. Evcil kedi, içinde hala canlı olan yabani güvensizlikle kendini kollarımdan kurtarmaya çalışırken merakını da dizginleyemiyordu.

exodus

İşte günün ilk kararsızlıkları. Kendimi hemen bir kitabın başına atmalıyım ama nasıl. Yemek yemeli miyim, çay içmeli miyim yoksa hızlıca geç kaldığım kalabalığın arasına karışıp unutulup gitmeli miyim mecburiyetler arasında. Bu düşüncelerden kaçmak için aceleyle dışarı attım kendimi. Evden dışarı adım atar atmaz oldukça ciddi bir kararlılığın izini sürdüğümü fark ettim. Adımlarım daha disiplinli şimdi. Bir işim var benim. Kendi düşlerini kaybetmiş Avrupa fikriyatı ile belki büyüsü çoktan bozulmuş bu dünyayı bozguna uğratacağımız gizli bir cephe birliği hazırlayıp eğleniriz mukadder olan yenilginin öncesinde. Gördüğünüz gibi oldukça ciddi işler peşindeyim yoksa bakmayın öyle oblomov hallerime. İnanın gece pek uyumam bu gizli savaş planlarını gerçekleştirmek için. Okuyorum anlamaya çalışıyorum ama biraz sonra sisifos. Dünyayı bu kadar kötü hale getiren insanlardan birini öldürsem öyle okumakmış falan vız gelir bana ama neylersiniz ki ortada bir er meydanı yok. (Canice düşüncelerimin okuyucuyu korkutmasına izin veremem. Bu sebeple paranteze ihtiyaç duydum. Siz de dünyada bazı şımarık genç yöneticilerin soytarılıklarını görüyorsunuz. Biri oldukça geleneksel bir vahşet arzusuyla ülkemizde bir insanı yakarak öldürmekten, öteki ise dünyada istedikleri her şeyi gerçekleştirmek için istedikleri ülkede darbe yapabileceklerini dünyaya ilan etmekten çekinmedi. Bürokratik dünya siyaseti klasik örgüsünü kaybediyor dostlarım. Sınırlı kaynak ihtiyacının iyice daraldığı dünyamızda artık kapitalistler daha vahşi programlarla hareket edecek. Yerel savaşlar, teknik eğlencenin yayılması ve virüsler.) Gizliden gizliye asıl inandığım şeyi söyleyeyim mi? Bana ne bu dünyadan. Madem teodise meselesi bu kadar umurunda herkesin, oturup onlar düşünsünler tanrının niçin böyle bir dünyayı değil niçin böyle insanları yarattığını. Benim intikam arzum sadece, belki bir kahraman dünyamızı teşrif eder de bu içinden çıkılmaz haller arasında bir çıkış yolunu bize gösterir diye. Neden olmasın efendim. Bu ehli kitap muhafazakarlık hangimizi bezdirmedi. Ortalığın bayağı bir sünepe ile dolduğu bu zamanda hani ya işte o gölgelikte sürgit devam eden ilahi eğlence altında neden olmasın!

Damarlarımın içinde gezinen bu sımsıcak duygularla ne zaman kitapların arasına girdim hatırlamıyorum. Kitaplar, kendi kaderini yaşıyor yapayalnız. Oysa ne kadar da ciddi laflar dönüyor etraflarında. Bir iki kişinin varlığı da tarihî bir dekor gibi. Ben de bir gün öncesinin merakıyla yarım bıraktığım kitabımı henüz açmıştım ki o an oldukça nobran kahkaha sesleri kütüphanenin içinde yankılandı. Bu kahkahaları kolayca görmezden gelebiliriz, bu yaz güneşinin altında, bir gölgede ve bütün güneşlerin, gölgelerin altında biriken insanlık trajedisine oldukça uzak bir bilinçle yaşıyorsak eğer. Kütüphaneye özgü imajın sahip olduğu yorgun sessizliğin hayal ettiği aydınlık nasıl boğulur bir kahkahanın imgesi altında bunu yaşamak oldukça kötüydü. Çare yok. Hikayemiz artık buradan devam edecek.

İhtişam..

Hikayenin buradan sonrasında her şey sevimsiz ve bir o kadar belirsizdi. Hayatta hiçbir şey değişmedi. Belki sadece o bahçenin orta yerinde duran elma ağacından, olgunlaşmış bir kırmızı elma daha dalından ayrılıp sonsuzluğa karıştı. O anı görmedim ama gülme seslerini işittim. Pek bir mücella kişilere aitti. O menhus gülüşlerin terennüm ettiği eğlencelerin bedelini bir bilsen. Oturdukları gölgelikte savaştan sıvışmış kişilerin arzu ettikleri ölümsüzlüğe denk bir aymazlığın işaretini fark edersin. Orta yol üzerinde bir yerde bekleşirler. Tüm sınırları, kendilerini güvenli hissettikleri bilginin eminliği içerisinde yaşarlar. Kendi hakikatlerini haykırırlar dünyaya. Buradan Türk akademi tarihine dair sosyolojik ya da psikolojik bir tarih okumasına geçiş yapabiliriz ki fazlasıyla gerçekçi olurdu ama şimdi öykümü böylesi bir anlatıya feda edemem. Bizdeki bu rahatlığın ne olduğunu merak ettiğimizde iki şeyin derinlerde bir yerde saklı kaldığını kabul etmemiz lazım. Her şeyi hak ettiğimize dair Yahudilerle paylaştığımız dindarlık ve tabi ki üniversite eğitiminin ne olduğu konusunda sahip olduğumuz cehalet. İlki gölgedeki eğlencemizi yaz eğlencesine dönüştürüyor. İkincisi ise oturmaktaki konforun kayıtsızlığı oluyor. Gelin tam burada şu sevimli dev(let)imizi bir kere daha hatırlayalım. Acaba neyin idealizmiyle bu eğlence için bizi bir araya getirdi. Hem de bu yüksek banka hesaplarıyla. Bizi gururla taşıdığımız etiketlerle mi oyalamak istiyor. Bana sorarsanız bütün bir tafrası Tanrıdan rol çalmasında. Bize söylemek istediği şey açık. Sizi oldukça kazançlı bir emanet için seçtim, ister bunun farkında olun ister olmayın. Sizce de oldukça tanrısal bir kurgu değil mi? (En azından Hegel için öyle). Bazen o kadar çok birbirlerine benziyorlar ki biz beyaz yakalılar için kazancımızın tanrıdan mı geldiği yoksa pek bir zeka ürünü olan becerilerimizin bir takdiri olarak devlet tarafından mı ödüllendirildiğimiz itikadımızda birbirine karışıyor. İşin en belirsiz kısmı da burası zaten. Bütün bu belirsizlik bir yanda dursun, hepimizin malumu bir gerçek var, o da ‘Türkiye’nin maarif davası’. En saf bir bilinç haliyle bile, insanı huzursuz eden geri kalmışlık. Sahi bir şeyin gerisinde kaldık mı? Bu bir tartışma meselesi ve bu mesele de en son karar, sonbahar soğukları gelmeden önceki son oturumda o gölgelik altında alınacak. O son oturum bana ne kadar insafsız bir eleştiri dünyamın olduğunu gösterecektir muhakkak.

ve sefalet

Günün ilahi eğlencesi o gölgelikte devam ede dursun, nafakasını günlük kazançla sürdürmek zorunda olan bir baba, karnındaki ağrıya daha fazla dayanamadığı için geçen hafta gittiği hastaneden bugün tahlil sonuçlarını öğrendi. Ölümcül bir hastalığın son aylarını yaşadığı kendisine fütursuzca söylendi. Kırkına yeni varmıştı. Güçlü bedeninde hastalığın zerresini hissetmemişti. İşin gerçeği günü gününe iki çocuklu evinin nafakasını temin etmek zorunda oluşu sebebiyle içinin ağrısını hep görmezden gelmek zorundaydı. Doktorun odasından çıkınca kendisini bekleyen çocuğunun yüzüne bakamadı. Çocuksa neşeli, afacan; koşarak babasının elini tuttu. Baba bitkin, çocuk neşeli, hastane bahçesindeki ağaçların gölgesi altına henüz gelmişlerdi ki çocuk babasından bir yarım ekmek köfte istedi. Elleri titredi babanın. Çaresiz yalandan bir vaat ile geçiştirdi bu isteği. Kimse ona bol paralı bir kahkahanın inhinalerini öğretmemişti. Çocuk mızmız, ağlamaklı, adımlarını yavaşlattı. Baba geride kalan çocuğunun yüzüne odadan çıktığından beri ilk defa bakabildi. Geri dönüp onun hüzünlü yüzünü görünce içindeki ince sızının bütün ağrısı bedenine yayıldı. Cebindeki son paranın, yol masrafını çıkarırsa anca ekmek parasına yeteceğini hesapladı. Evde merak içinde kocasını bekleyen bir eş ve onun kollarında kundağa sarılı bir bebek vardı. Bugün bir geçse hastalık falan demeyecek sabah erkenden amele pazarına gidecekti. Şimdi o kadar pişmandı ki çocuğu yanında getirdiğine. Nerden bilebilirdi böyle olacağını. Beraber hastaneye gelecekler, tahlillerinde korkulacak hiçbir şey olmadığını öğrenecek ve oğlunu güçlü omuzları üzerine aldığı gibi çok zamandır ihmal ettiğini düşündüğü çocuğuyla geze geze evine dönecekti. Şimdi ise omuzları oğlunun bu isteğini taşıyamayacak kadar takatten yoksundu. Ama ne çıkar. Allah büyüktür dedi ve oğlunu omuzlarının üzerine aldı, geriye döndü ve bir iki adım ilerideki köfteciden bir çeyrek köfte ısmarlayıp oğlunun eline verdi. Çocuk şimdi bir eliyle babasının elini tutarken öteki eliyle tuttuğu köftesini iştahla yiyordu. Babanın gözlerinde gizli, meyus gözyaşları. O gölgede yine gülüşler, kahkahalar..

Bir Günün Gölgesinde Yaşanan Hayatlar” üzerine bir yorum

Yorum bırakın